25 Nisan 2013 Perşembe

“Yetenek sizi müzisyen yapmaz”

Anjelika Akbar’a göre müzisyen olmak için sadece müzik dehası yeterli değil. Kalpten yaşamak, insanları sevmek, azimli olmak ve gülümsemeyi bilmek çok önemli…



Ünlü piyanist ve kompozitör Anjelika Akbar için müzik nefes almanın, yaşamanın ta kendisi… Henüz konuşmayı ve yürümeyi bilmiyorken piyona çalmayı öğrenen, aileden gelen müzik tutku ve dehasını çalışma azmiyle birleştiren Özbek asıllı başarılı sanatçı, şanslıyız ki tesadüfler sonucunda İstanbul’da yaşamayı ve Türk olmayı seçti. Gerçi o, bunun bir tesadüf olduğuna inanmıyor;  “Böyle olması gerekiyormuş, meğer benim yerim, evim buradaymış” diyor. Geniş bir hayran kitlesine sahip Akbar, yeteneğin tek başına müzisyen olabilmek için yeterli olmadığı görüşünde. Müzik aşkı, kararlılık, azim, kalpten yaşamak ve insan sevgisi gerçek bir müzisyende bir arada olması gereken temel özellikler. Sanatı kadar güzelliğiyle de bilinen Anjelika Akbar’a göre bir kadını güzelleştiren en temel unsur ise, kocaman bir gülümseme…


Müzisyen bir aileye doğmuş olmanın hayatınızda ne gibi
artı ya da eksileri oldu?
Bu duruma şükredip sadece artılarından bahsedebilirim. Çocuklar ailelerini seçemez denilir ama ben kesinlikle ailemi seçmişim. Babamın hem felsefe profesörü hem de orkestra şefi, annemin piyanist ve koro şefi olması benim için eşsiz bir imkandı. Küçük yaşlardan beri müzik algım çok açıktı, ama bunda hem genlerin, hem de anne babamın yaşam tarzı etkiliydi. Müzik birçok evde olduğu gibi sadece kayıt ya da plaktan değil, canlı olarak bazen babam, bazen annem, bazen de evimize gelen müzisyenler tarafından icra ediliyordu. Canlı olarak müzik yaratıcılığını görmek beni çok geliştirdi. Özellikle annem her hareketime dikkat ediyordu. Yürümeyi bilmeden kendimi müziğin içinde buldum. Çünkü bünyem müziği neredeyse nefes ve su gibi arzu ediyordu, bunu da ne kadar küçük olsam dahi çok net ifade ediyordum. Kısacası, annem bana oyunla nota öğretti ve 2.5 yaşımda nota bilen, piyanoda doğaçlama çalan, müziksiz adım atmak istemeyen bir çocuk haline geldim. Şükürler olsun, bu bir aşkmış ve hala aynı tazeliği ile sürüyor.



Piyano eğitimine henüz üç yaşındayken başlamışsınız, insan hayal etmekte bile güçlük çekiyor ama sanırım oğlunuz da sizin gibi çok küçük yaşta müzikle ilgilenmeye başlamış…
Bir çocuğun yeteneği varsa zaten 3-3.5 yaş bu işe başlamak için ideal. Ben belki biraz daha erken başladım. Dışarıdan hayal etmek zor olabilir ama eğer çocuk istiyorsa, yeteneği ve disiplinli bir yapısı varsa bu gayet normal. Genlerin de muhakkak bir etkisi var, ama tek başına değil. Evet, küçük oğlum Timur da daha iki yaşındayken notaların çoğunun yazılışını ve ismini biliyordu. Gerçi daha sonra benim piyanoya ayırdığım zamanı o anda kendisinden çaldığımı fark edince müziğe karşı bir tepki de duydu, notaları ve isimlerini bir dönem tekrar etmek istemedi. Fakat Libertango-İstanbul adlı klibim ve Likafoni adlı albümüm üzerinde çalışırken çello ile tanıştı, defalarca dinledi, televizyondan izledi ve çello çalmak istediğini dile getirdi. Şu anda çok severek çello dersi alıyor. 3.5 yaşındayken benim bir İstanbul konserimde sahneye çıkıp doğaçlama piyano çaldı, 500 kişilik salonun önünde hiç çekinmedi. Böyle bir cesaret de müzisyen adayı için çok önemli.

Atılan adımlar da yetenek kadar önemli, başarınızı getiren en önemli etkenler
nelerdir sizce?

Bir insanda müzik yeteneğin olması onu müzisyen yapmaz. Yetenek sadece olmazsa olmaz olan bir altyapı malzemesidir. Yetenekten sonra gelen faktörler bence şöyle sıralanıyor; müzik aşkı, azim, kararlılık, çalışkanlık, fedakarlık, algı -çünkü müzikte duygu faktörü çok önemli, hayatı seyretmek, kalpten yaşamak ve son olarak insan sevgisi. Tüm bu özellikler her müzisyende bir arada var mıdır diye sorarsanız, hayır yoktur. Ama bence gerçek bir müzisyen olmak için bunların hepsi bir arada olmalı.

Türkiye’ye yerleşmeyi biraz da tesadüfi bir şekilde seçmişsiniz, sizi buraya İstanbul’a bağlayan ne oldu?
Türkiye’ye UNESCO üyesi olarak geldim, uluslararası bir film projesinde besteciydim. Sekiz aylık hamileydim; artık uçağa binemezdim ve böylece büyük oğlum Yürek (Yuri) Türkiye’de doğdu. Evet, tesadüf gibi görünüyor, ama eminim öyle değil. Burada olduğum için şükrediyorum, sözlerle anlatmak zor ama meğer yerim burasıymış. Şu anda anlıyorum ki, Türkiye benim hayatımda çok önemli bir yere sahip. Türkiye ve İstanbul hakkında detaylı izlenimlerimi “İçimdeki Türkiyem” adlı kitabımda yazdım. Kısaca anlatılacak bir konu değil maalesef.


En çok nereleri sever ve vakit geçirirsiniz İstanbul’da?
Öncelikle evimi seviyorum ve en çok evimde zaman geçiriyorum. Piyano çalışırken bahçeye bakmak; yeşillikleri görmek benim için büyük bir zevk. Hava soğuk olmadığında günün birçok saati yalın ayakla çimlerde dolaşıyorum, rüzgarın sesini dinliyorum. Bağdat Caddesi ve sahili, Çengelköy, Beylerbeyi, Nişantaşı sevdiğim semtler. Yazı yazmak, düşünmek, kitap okumak için gittiğim kafeler var. Köprülerden geçmeyi severim, her seferinde kıtadan kıtaya geçme bilinci çok keyifli ve eşsiz…

Türkiye’de yaşamayı müzikle uğraşan bir sanatçı gözüyle nasıl değerlendiriyorsunuz? Eksikliğini hissettiğiniz şeyler var mı?
Türkiye’de Batı klasik müzik geçmişi yaklaşık 70 yıl gibi bir zamanı kapsar. Avrupa ve Rusya’nın klasik müzik geleneğine bakılırsa böyle köklü bir gelenek için çok kısa bir zaman. Dolayısıyla kıyaslama yaparsanız Türkiye’de doğal olarak birçok eksiklik bulunur ama daha objektif olmak gerekiyor. Mevcut şartlara bakılırsa, Türkiye’de klasik müzik adına o kadar çok şey yapıldı ve hala da yapılıyor ki, hiç öyle umutsuz bir tablo söz konusu değil. Üstelik Türkiye Dünya’ya eşsiz birçok müzik insanı kazandırmış bir ülke. Klasik müzik müzisyenlerinin yanı sıra, klasik müzik dinleyicisi de çoğalıyor; gençler klasik müzik ile ilgilenmeye başlıyor. Avrupa veya Rusya’da halk çoğunlukla klasik müzik ile büyümesine rağmen, dinleyici sayısı her geçen gün azalıyor, istatistikler bunu gösteriyor. Türkiye’de sağlam ve kendi aile geleneğinde yetişmiş bir klasik müzik dinleyici zümresi de var.

Kendi bestelerinizi çalmanın farkı ve keyfi nasıl, tarif etmeye çalışır mısınız?
Bu farkı anlatmak sanırım zor. Bir nüans var, belki eskiden şöyle anlatabilirdim; piyanist olarak bir beste çalmak, sanki bir annenin kendi doğurmadığı ama evlat edinip çok çok sevdiği, neredeyse kendi çocuğu gibi kalbinde taşıdığı bir sevgi; besteci olarak kendi besteni çalmak, annenin kendi doğurduğu çocuğu ile olan ilişkisi gibi. İkisinde de sevgi, gönül var, sadece birinde doğum anı yok… Ama zamanla şunu da idrak etmeye başladım. Kendi eseriniz olsa da, olmasa da, aslında hiç birinin yaratıcısı bizler değiliz, sadece aracıyız. Öyle olunca, yorum anında bahsettiğim  o fark yok oluyor, sen de yok oluyorsun aslında, sadece müzik kalıyor…

Aynı zamanda kitap da yazıyorsunuz, “İçimdeki Türkiyem” çok beğenildi, yazmaya nasıl başladınız?
Dört yaşımdayken okumaya başladım ve çok okuyordum; birinci sınıfta hikayeler yazmaya başladım. Sonra şiir ve senaryo geldi. Yazmak hiçbir zaman amacım değildi, sadece o anda ses olarak değil, söz olarak doğmak istiyordu içimdekiler, o kadar. Yuri’ye hamileyken, Hindistan’da gördüğüm rüya üzerine 12 hikaye yazdım ve onlar Rusya’da “Uçan Köpek Baaşa” olarak yayınlandı. Daha sonra Türkçeleştirilip, Türkiye’de de yayınlandı. “İçimdeki Türkiyem” de onu takip etti. Şu anda her biri farklı türde üç tane kitap projem var, zaman buldukça onları da tamamlayacağım umuyorum.

Kendinden emin olan kadın güzeldir
İki çocuğunuz var, müzik ve yazıyla profesyonel olarak uğraşan bir kadın olarak tüm bunların zaman yönetimini nasıl yapıyorsunuz? Kendinize ayıracak vaktiniz kalıyor mu?
Evet, kendime zamanım kalıyor. Çünkü kendim için yaşamıyorum aslında. Kendim için yapmaya çalıştığım şey, gerçek anlamda insan olabilme niyeti. Bu da saatler almaz, sadece hayatın içinde seyriniz devam ederken her şeyi farklı bir şekilde idrak etmeye çalışmanıza bakar. Yoksa eş, anne, müzisyen olarak bir arada her şeye yetişmek mümkün, sevgi, aşk, fedakarlık ve istek varsa tabi…
Yeteneğiniz, müziğiniz kadar güzelliğinizle de biliniyorsunuz, bakımınıza çok özen gösterir misiniz?
Teşekkür ediyorum. Pek özel bir şey yapmam, yüz için sadece nemlendirici kullanıyorum. Birkaç ayda bir bakım uyguluyorum. Güneşe neredeyse hiç çıkmam, asla solaryum gibi uygulamaları kullanmam. Sadece bazen birkaç ay süre ile kür şeklinde yüzümü musluk suyu ile değil, soda ile yıkıyorum. Bir de çok sık gülümsüyorum.


Çok fazla makyajdan ve abartılı giyinmekten hoşlanmıyorsunuz, tarzınızı nasıl tanımlarsınız?
Evet, sahnede bile çok fazla makyaj sevmiyorum. Giyimde de abartıyı kendime yakıştırmıyorum. Tarzım aslında çok farklı ve değişken olabiliyor, İstanbul havası gibi… Bir gün uyanıp, blue jean ve spor ayakkabı giymek isterim, başka bir gün klasik giyim ve ince topukluları, hatta giyineceğim tarz o günkü randevularımdan ve gideceğim yerlerden bağımsız olarak gelişir. Belki de müzik insanı olduğum için kendimi belli yerlerde belli formatta giyinmek zorunda hissetmiyorumdur; bir düşünce kalıbı olarak değil de, duygu olarak bakarım sanıyorum… Gardırobumda olan birçok eşyayı hep farklı farklı şekillerde kombinlemeyi seviyorum, sevdiğim eşyaları 20 sene geçse bile atmıyorum, kullanıyorum ve bundan keyif alıyorum. Makyaj yapmayı çok severim; uzmanlar tarafından bana yapılan makyajı hep dikkatle inceliyorum, ipuçları alıp sonra kullanmaya çalışıyorum.
Sizce bir kadının kendisini güzel ve bakımlı hissedebilmesi için neler gerekiyor?
Bence ayna karşısına geçip, gülümseyip, yüzünü yıkayıp, saçlarını düzeltip, kendine aynada bakarken şükretmek her kadını güzel ve bakımlı hissettirir… Bir de kaygı taşımamak çok önemli, başkaları ne der düşünmeden, sadece kendisi olduğu gibi olmaktan çekinmeden davranmak bir kadını kendinden emin kılar. Kendinden emin olan kadın güzeldir, şükredebilen kadın da güzeldir. Bunlar olmadan, ne makyaj, ne saç, ne de şahane bir kıyafet durumu kurtarmaz.

 Rutin bir gününüz nasıl geçer, anlatabilir misiniz?
Uyanır uyanmaz hemen kalkarım. Hızlıca güne başlamayı severim, dinamik ve konsantre. Aç karnına oda sıcaklığında bir bardak su içer, mutlaka ekşi olmayan bir meyve yerim. Kahvaltıyı atlamam. Bazen oğlumu kendim yuvaya götürürüm, o zaman sabahları piyano çalışamıyorum. Eğer evdeysem, kahvaltıdan sonra kendimi piyano başında buluyorum. Bu benim kontrol edemediğim bir şey ve ne kadar süreceği de belli olmaz. Zamanım varsa kendim mutfağa girerim. Yemek menüsü hazırlamak benden epey zaman alabiliyor, çünkü ev halkının tüm sevdiği yemekleri aklımda tutup yapmaya çalışıyorum. Evdeysem, çoğunlukla piyano veya masa başında çalışıyorum, ayrıca zaman ayırabiliyorsam kitap okuyorum. Televizyon neredeyse hiç seyretmiyorum. Akşam yemeğinde tüm aile toplanıyoruz, bunu çok seviyorum. Bazen, zamanım varsa, yeni bir yemek, yeni bir tat ‘besteliyorum’ ve malzemelerini tahmin etmelerini istiyorum, bilemedikleri zaman çok seviniyorum, çocuk gibi. Piyano başında olmadığım zamanlarda bile hep müzik çalışıyorum içimden, bestelerimi de piyanosuz yapıyorum çoğunlukla, özellikle senfonik bestelerimi. Yemek yaparken içimde bir senfoni oluşuyor olabilir.

Beste yaparken dünyadan soyutlanır mısınız? Nasıl bir ruh hali içinde olursunuz?
Bu soruya cevap vermem neredeyse imkansız. Çünkü o anda kendimi izleme, tanımlama mekanizmam çalışmıyor; ruh halimi bilsem, o anda beste yapamam. Yani başka bir bilinç durumu, tanımlanamaz sanırım. Ama evet, belki de basitçe soyutlanma denilebilir. Diğer yandan her şey ile iç içe olmaktır belki de, sadece o anda başka türlü idrak etmek denilebilir.
                                                             







Hiç yorum yok: